Perdelerini aç, kalbimden kalbine kanat çırpmaya hazırlanan serçeyi al içeriye. Hayat kadere bağlı bir gemidir, denizin üstünde yol aldıkça ne zaman alabora olacağını bilemezsin.
Ama yağmur öylemi?
Bir anda gürüldeyen göğün sancısıyla, parlak ışığıyla ortaya çıkan şimşeğin izniyle doğar dünyaya. Yarıkları doldurup oluklardan taşarken, dünyanın kirine kafa tutar.
Diyor ki; ben daha temizim senden, istediğin kadar kirlen ya da kirlet ben daima temizlerim.
Öyle mi ya hayat; insanların çekinmeden kirlettikleri ruhuna, kan bulanmış parmak aralarına girer mi Yaz yağmuru.
Sen söyle can’ım tıynetsiz, hatta ve hatta haysiyetsiz aldanmalardan biri de bu değil mi? Bir avuç topraktan, bir dolu yağmurundan medet umulacak düşüklüğü göstermek.
Sustum, daha anlatmam bunları.
Yağar geçerim pencerenden yine eskisi gibi. Kısacık bir an hissedersin yüzünü yalayan yağmurun esintisini…
Sende bileceksin, cehenneme gidecek olan beni. Köşe başlarını tuttuğum caddelerin tozunu, taze ekmeklerin mahalle aralarını saran kokularını takip ettiğimi.
Ümidim tükenmez, mutlaka yakalayacaksın beni.
Oturduğun sıranın arkasında, çay içtiğin sahilin karşısında, yedi tepeli İstanbul’un ağlamaklı kız kulesinde.
Sormayacaksın, kimim, neciyim diye.
Tuhaf bir aşinalığın ötesine geçmeyecek, zoraki tanışıklığımız.
Mesela, asla çözemeyeceksin gözlerimin rengini. En başta mavi diyeceksin, sonra karar değiştirip yeşilin üstünde duracaksın.
Kestaneye kaçan kehribar rengi gözlerim de gücenecek sana ister istemez. Bir kerecik alıcı bir bakış, içten bir gülümsemeyle süzsen yüzümü, aralardın gizemli sırlarımın perdesini.
En basitinden adım Gonca desem, inanacaksın. Uzaktan gelen bir tanıdığın diyeceğim, kafanı sallayıp geçeceksin. Uzaktan uzağa besleyip büyüttüğüm, kucağımda ninniler söyleyerek avuttuğum aşkı.
Bakışlarımda yakalayıp, ellerinden tutmayacaksın.
Yedi yılın her gününü, karşına çıkabilmek ‘Buradayım, bir baksana bana’ demek için saydığımı da anlamayacaksın.
Bir adım gerinde yürüyeceğim yine.
Ola ki takılıp düştüğünde, yerden kaldıran ilk ben olayım.
Boyum geçmezken bir elliyi, aşkına düşüp pervane olduğumu. Kazara seslenirsin diye sanarak, adımı sildiğimi, kirpiklerimin ucunda sallanıp durduğunu.
Güzelim, diyerek kandıramam kendimi. Belki de beğeneceğin son kişiyimdir, farkımda olmamanın nedenidir dış görünüşüm. Canımın içi, çok mu önemli yüz güzelliği?
Burnum eğridir biraz, bacaklarımsa çarpıktır hafiften, ama bir görsen içimi. Envaiçeşit yeşiller, salkım saçacak üzümler, bağlar bahçeler.
Yeterli cesareti toplar çıkarsam karşına bir gün, aklını kaçırmış meczup gözüyle görme. Naçizane garipliklerim bir tarafa, aslında özümde iyidir yüreğim.
Tığ teber gönlümden başka malı mülkü olmayan,
Karşılıksız bir aşkın peşinde, koştukça dizleri kanayan garibin tekiyim…
Bir Eylül gecesi çıkageldi. Beraberinde taşıdığı yağmur düştü üstüme usulcacık. Yorgunluktan öte bitkin, yılgındı hayattan.
Cesur biriydi, korkusuz ve gözü pek. Yanında olmak bile başlı başına huzur kaynağıydı.
Mahrem gözlerden ırak, yüreğimin elverdiğince ona yöneliyordum. Önceki aşklardan yaralıydım, bitap düşen benliğimi ilk o gördü.
O adam, beraberinde yalnızlığı da getirdi.
Derde deva, ruha ilaç gibiydi sözleri. Kelimelerinde bulabilirdim, çocukluğumda kaybettiğimi sandığım cesareti.
Koca bir çınardı sanki, geniş dalları arasında saklanmak, güvenli gölgesinde uzanıp şarkılar söylemek gelirdi içimden.
O adam, ne demişti?
‘Seni seviyorum Sonbaharım’
Evet, aylardan Eylül, mevsim Sonbahardı.
Henüz ikimizde uyanıktık, bedenlerimiz ise sıcacık. Bulut kadar hafif, kumsal kadar yakıcıydı. Sabahın olmasını, odaya dalan güneş huzmelerini görmezden gelmiştik. Tutkumuzla ısınan yatak sonumuz olabilirdi, gocunmazdık.
Yeter ki sussaydı vicdanımız, bir fazla sarılabilseydik birbirimize.
Dudaklarımız ayrılmadan nefes alabilirdik, aramazdık yazın sıcağını, kışın soğuğunu. İçimizde yananlar ocaklar kâfiydi ayaza.
O adam,
Çok uzak iklimlerden gelmişti bana. Yaralarınız kalbinin arkasında, yabancı gözlerden uzak yerde saklardı. Miladı dolmuş hüzünlerin yasını tuttuğunu bilirdim, fakat soramazdım.
Korkardım, ağlamasından. Ondan düşecek tek bir damla yaş, bilirdim ki benim yüreğime taş olurdu.
Saklayamazdım.
Bende kalamayacağını hissediyordum, bile bile ladesti benimkisi. Yine de vazgeçemezdim bende uyandırdığın duygulardan, iliklerime kadar yaşadığımı hissettirmiştin bana.
Seninle paylaştığımız anlardan en kıymetlisi, beni dansa kaldırdığın o andı.
Kolların ilk defa dolanıyordu bedenime, sıcaklığına ilk elden şahit oluyordum. Kokun içime çekebileceğim mesafede, başım boynunla omuzun arasındaki, o nadide yerde gizleniyordu.
Konuşmadık, ta ki nefesin saçlarımın tepesinde kalp gibi atmaya başlayana, dudakların boynuma değinceye dek.
‘Üşüyor musun?” diye sordun.
Kollarının arasında, kara kışa tutulmuş gibi titrerken.
Asla üşümezdim, yanımda sen oldukça. Nitekim yalan söylemeyi seçtim.
‘Evet, lütfen beni ısıt’ dedim zayıf sesimle, iyice sana sokulurken.
Oysa beni ayrılığa hazırlamak için çok uğraşmıştın, üzgünüm seni yine yanılttım. Hazır değildim, sensizlikte çekilmez biri çıkıyordu karşıma. Bir insan nasıl tahammül edemez yaratılışına, nasıl inkâra girişir hamurunu bile bile!
O adam,
Bir avucunda karı eritip, güneşi gümüş bir kadehe koyarak sundu önüme.
Kötü günlerin arasına gizlenmiş, yıkıldığım anda beni ayağa kaldıracak dirayetim gibiydi. Bana bir baktı mı, tepeden tırnağa, gözleriyle kutsanır, nefesiyle yıkanır, kokusuyla avunurdum.
Dizleri arasında oturduğumda gözlerimi kapatır, onunla bir geleceğin hayaline dalmaktan zevk duyardım. İki oda bir salondan oluşan evimiz, duvarlar arasında onu özlemeyeceğim kadar küçük ve şirin olmalıydı. Nereye dönersem döneyim onu görebilmeli, nelerle uğraştığını âşık gözlerimle takip etmeliydim.
Çocuklar. Evet, çocuklarımız olmalıydı.
Babalarından almalıydılar tüm huylarını, aynı adamı binlerce farklı duyguyla sevmeliydim çocuklarımızda. Şömine karşısında uzanmak gibi lüks istekler olmaksızın, ince belli iki çay bardağına sarılmalıydı parmaklarımız, bir metrekarelik yatağımızda koyun koyuna yatmalıydık.
Birden bire ayrılık rüzgârı esmemeliydi üstümüzde.
O adam,
Kalacağına teminat vermeden sevmişti beni.
Yalan dolan, saçma sapan dedikoduları öne sürmeden, elinden ve yüreğinden geldiğince hoşgörüyle severdi. Onu tanımadan önce tahmin bile edemezdim, birini böylesine tutkuyla, canım yanarak, ölüm korkusuna kapılmadan sevebileceğimi.
Pişmanlığım yok.
Fani ömrümde tadabileceğim tüm güzelliklere onun sayesinde şahit oldum.
‘Yapabilirsen yüzümü unut ama birlikte geçirdiğimiz şu vakitleri unutma. Sana emanet edeceğim, arkamda bırakacağım tek şey o güzel anılar olacak. Sımsıkı sarılmanı istiyorum onlara,
dayanamadığını düşündüğünde, özlemim dert olursa yüreğine, mutluluğumuzu hatırla. Bir şey daha var unutmaman gereken; yıldızlar ne zaman gökyüzündeki yerini alsa bil ki seni düşlüyor olacağım.’
O adam,
Benim en sancılı günlerimin ilacı,
Aralıksız kâbuslarımın uyanışları,
Engebelerle dolu yollarımın düzlüğü,
Kalbimin yaratılış nedeni,
O adam,
Geleceğimin efendisi.
Biliyorum, gittiği zorlu görevlerden bana koşarak geri dönecek.
Suçlayıcı sözlerinize, diken misali batan sanık gözlerinize kanmayacağım. Bir kez bile olsa bahsini açtığınız insan olmayacağıma ant içiyorum.
Kendi kanatlarımı yoğuracak uçamaz dediğiniz yüksekliklerden kanyonları ardımda bırakacağım. Tökezledikçe kalkacağım, azmimin bir sınırı ve külfeti yok.
Yalnızlıkla terbiye edileceğimi söyleseniz de gerici düşüncelerinize prim vermeyeceğim. Tanıdığım kadarıyla kalbim yalnızlıkla yıpranmaz. Beni ve yüreğimi eksi çul çaputlar gibi kirletip atamazsınız.
Varlığımla ancak Yaradan’a sığır, değişmeyen ilkelerimi terennüm ederek kaçarım zihninizden. Başına buyruk muyum?
Umarım öyleyimdir, hep kendi kelleme güvendim. Hırs uğruna yakıp kül etmedim, başıma açılan her işi her derdi alnımın akıyla alt ettim.
Düşünmekten korkmadım, sorgulamadan asla kabullenmedim.
Kelimeler kaçacak yer arıyor ruh-u revanım. Sar sar bitmeyen yaralardan çıkıp gelemiyorum sana.
Köz düştü gönlüme, yar dedim bu nasıl hasret.
Nasıl ölünür, nasıl girilir bu kederle kara toprağa.
Mavzer misali yutkunmalarım, sinemden aşağısını paramparça kan gölüne dönüştürüyor. Bıçak dayanan gırtlağımdan ancak bir ‘ah’ çıkıyor. Diyorum ki, öleyim dizlerinde!
Hatırlıyorum ruh-u revanım. Dizlerin şimdi buzdur, soluk teninde güneş oynamaz. Morarmış dudaklarından çıkmıştır can nefesi.
Morgun karanlık soğuğuna yatırmışlardır, göremem daha seni.
Küçük ellerin bir daha tutmaz papatyaları, ağlamaklı ağlamaklı bakmazsın gözlerime.
Başımı nerelere vursam, ah nasıl yansam!
Köz düştü gönlüme, yaban eller işitir mi feryadımı?
Sessiz sessiz ağlayacak bir köşeye sinsem, ensemde bitiverse kokun. Yaramdan öpsen, kalmasa bu yara ölüme. Düşman etsen yine kahpe hayata, izini sıcağını çekmeden üstümden alıversen yanına.
Hükmen galip sevişmelerimizi yaramın üstüne denk getirerek sarılsam sana, içine sinen kış soğuğunu alsam alnından.
Ahirete saklanacaksın da unutacak mısın dünyayı, kime yaslanacak omuzların!
Başka bir tende avundum, bedenen yokluğunda. Zerre pişmanlık duymuyorum bilesin. Bir çeşit hesaplaşmaydı, senden habersiz aldığım bu öç.
Dudaklardan kalbe inen çetrefilli güzergâh da, bana izimi kaybettirdin mutlu musun? Derin sadakatimi yaralarken, soğuk tavırlarına gücendiğimi, kırıldığım noktaların olduğunu umursamadın. Affeden, affedici rolünü üstüme geçirirken, daha fazlasını kaldıramayacağımı, benim de haysiyetimin zedeleneceğini unutarak, utanıp sıkılmadın.
Kör kütük sana taparken, tamamen yabancı nefesleri içime çekemem zannettin. Gözyaşı akıtır, kapına kul olmaya devam edeceğimi düşündün.
Kusura bakma, artık önüme attığın sevgi kırıntılarıyla karnımı doyuramam. Benden esirgediğin önemi, bir kez olsun göstermediğin saygıyı, istediğine vermekte özgürsün.
Tek üzüldüğüm nokta, sana harcadığım yıllar ve beni de kendine benzetmiş olman. İhaneti kanıksayacak, aldatmanın zevkini tadacak birimiydim ben, kabahatimi tümüyle üstüne atmayacağım. İşlenen ayıbın sebebi sensen, niyetini bozmak yoluna gidende benim.
Gördün mü, istediğim zaman adil davranabiliyorum.
İhanetimi illa tanımlamak gerekirse, bedenselden tatminden ötesine geçemezdi deneyimim. Karşı tarafında aradığı günü birlik, geceyi kapsayan ve asla sürdürülebilir ilişki konumuna yükseltilemeyecek bir beraberlikti. Karşılıklı alınan hazın sonunda, sarılarak uyumak, sabahı tutuşmuş ellerle karşılamak yoktu.
Bir gece öncesinde içilen içkinin, kandaki yüksek değeri düşmemiş sarhoşluğu, sancılı bir baş ağrısıyla uyanmaktı ihanetin soğuk tarafı. Yastığımda aşina olduğum kokunun tam zıttı, şekerli vanilyalı bir parfüm kokusu vardı bu sefer. Burnumun direğini sızlattı apansız, bir saniye daha fazla kalamadım o yatakta. Sıcak suyun altında dakikalarca alnım, duş kabinin soğuk camında öylece dikildim. Tenimden akıp giden parmak izleri gibi, zihnimden geçen senli vakitlerin töreni can sıkıcıydı.
Lâkin, ne yaparsam yapayım seni memnun edecek seviyeye yükselemedim. Davranışlarım, hareketlerim sana göre hep yetersiz, ince düşünülmeyen kabaca şeylerdi. Senin nezdinde kusurlu ve adam olmayacak türde biriydim. Bana karşı mimik ve jestlerinden anlıyordum düşüncelerini, fakat seni öyle körü körüne seviyordum ki, yokluğunu düşünmeye dahi katlanamıyordum.
Sensiz yaşayamam, ölürüm zannediyordum.
Göz yanılsamasından ibaretmişsin. Ne ölürmüşüm yokluğunda, ne de dünya yıkılırmış başıma. Bir nevi kötücül alışkanlıktan ibaretmişsin benim fıtratımda, tıpkı sigara içmek gibi. Dudaklarıma değmeyince dudakların, günüm geçmez, duvarlar üstüme üstüme gelir sanıyordum. Meğer ne kolaymış, zor zannettiğim alışkanlığımı tek seferde terk etmek.