İtiraf ettiğim için üzgün olmalıyım, ama utanma sınırımı son kertede çoktan geçtim. Aklımı yitirmek üzereydim, bu acının soyut hali beni başkalaştırdı. Kalbimi hırpaladığımı ve yorduğumu biliyordum. Aldırış edecek güvene sahip değildim, akışına bıraktığımda dönemeçleri kaçırdım.
Şimdi fark ediyorum; hayallerime hep bir adım mesafeden bakmakla yetindim. İstemedim, zorla yaptırım gibi bir saçmalıktı bütün bunlar.
Kendimi tanıyamıyorum!
Aynadaki suretin yansıması beni değil düş kırıklarımı simgeliyor. Kaçtığım şeyler arkamda koşuyor, ayaklarıma söz dinletemiyorum.
Söyle onlara, hayallerim imkansızmış! Onlar değil ben yanılıyorum. Artık ben dahil kimseyi aldatamam. Sevmiyorum kendimi, tasasız göründüğüme inanmayın.
Gırtlaktan çıkan sesim kadar çatallı bir mizacım var ve beni artık tutmayın. Kanatlarımı yoldum bu gece bu şehrin tepesinde uçarken yere çakılmak istiyorum.
Kurtarma girişimi boşuna, damarlarımda özgürlüğün o şeytani kıvılcımı yeniden çaktı. Bir gün, sadece bir gün başkası değil kendime ait olan parçayı istiyorum.
Söyle onlara, hayallerim imkansızmış!
Dikkatli değildim, asla arkamı kollamadım. Her duyduğuma itimat ettim, kadınları ve çocukları sevdim. Yaşlılara elimi uzatmaktan çekinmedim. Karanlıklara göreydim, bunu da sevdim.
Küçük Hasan kirli ellerinin, tırnakları arasına kaçan pislikleri aldırmadan yarım simitini yemeye koyuldu. Tıpkı babası gibi kavruk tenli, koyu saçlı, çelimsiz bir vücudu vardı. Bu küçük bedeni yoksulluğa, kışın soğuğuna, yazın sıcağına karşı dirençliydi.
Diğer üç kardeşin en küçüğü en sıhhatlisi ve en mutlu olanıydı. Şafak yenice söktüğünde babasıyla kalkar, sarımsı renkteki gün ışığı dolan sokağa çıkardı. Sabahları biraz serin olduğundan babası uzun kollu bir kazak giydirmişti Hasan’a.
Kahvaltı yerine geçen tek simiti ikiye bölüp ona veren babasına gülümsüyordu. Ne o, ne de diğer kardeşleri mükellef bir kahvaltının sütle, peynirle ya da sucuklu yumurtayla yapıldığını bilmezdi. Bilmemek çoğunlukla mutluluk getirirdi. Yokluğunu bilmedikleri varlıkların, lükslerin hasretini çekmezlerdi böylelikle.
Yarım simitle doyduğunu söyleyen babası karton topladıkları arabayı sürerken, henüz okul çağına gelmeyen Hasan’da üç adım arkasından yürüyordu. Sokaklar sabah işe yetişmek telaşıyla hızlı adımlar atan insanlarla dolmaya başlamıştı.
Yeşil renkte çöp varillerinin yanına bırakılan karton kolileri arabaya dolduran babasına boş pet şişeleri toplayarak yardım etti. Çoğu zaman yatakta kalıp uyumak isterdi, amma ve lakin iki ablası da okula gittiğinden tek başına evde kalmasına babası izin vermiyordu.
Diplerinden geçen iki dirhem bir çekirdek kıyafetli ablaların, ağabeylerin babasına ve kendisine acıyarak baktığının farkında değildi. Küçük Hasan onları içtenlikle gülümseyen gözlerinin ışıltısıyla selamlıyordu, bazıları ise duruyor ‘Günaydın’ diyerek onu selamlıyorlardı.
Vakit öğlene yaklaşmaya dururken babası adını seslendi; “Len Hasan bak sana ne buldum!”
Hemencecik babasının yanına yaklaşıp ona vereceği şeyi dört gözle bekledi. Babası yeşil çöp varilinin içinden kırmızı tüylü, bir kulağının dikişleri patlamış beyaz burunlu bir ayı çıkardı. Neredeyse boyu Hasan kadardı, babası kollarının arasına verdiğinde tüy kadar da hafif olduğunu anladı.
Neşeyle kırmızı ayıyı bağrına basarken “Benim olsun mu baba, benim olsun mu?” diye sorarken, eğer oynamak isterlerse ablalarına da ara sıra vereceğini geçiriyordu.
“Olsun ya aslanım, akşam ablan bir güzel yıkayınca tertemiz olur” dedi babası hoşnutlukla gülümserken.
Küçük Hasan çöp kokan, bir kulağı yırtık kırmızı ayısını havaya atıp geri yakalayarak sevinçle kahkaha atıyordu. Bir kere onun burnuna hiçte pis geliyordu kokusu, hem de yesyeni bir oyuncaktan farksızdı.
Bu kez okula giden formalı ablalardan bir kaçı durmuş Küçük Hasan’ın içten sevincini, coşkusunu telefonuna video olarak çekiyordu. Küçük Hasan bunun bilincinde değildi, tek düşündüğü ablası ayıyı yıkadıktan sonra onunla sarılıp uyumak istediğiydi. Daha önce babasının yine çöpte bulduğu tekerleği kırık arabasıyla birlikte artık bir oyuncak ayısı vardı. Hemde kıpkırmızı bir ayıcık.
Çöpün içinde bulunan, küçük bir çocuğun şen şakrak kahkahalar atmasını sağlayan kırmızı ayıcık bu kez çok sevilecek özenle sarılacaktı. Daha önceki sahibinin hor kullanarak yırttığı kulağı dikilecek, çöp kokularına layık görülen cüssesi tursille yıkanıp burcu burcu kokacaktı.
Küçük Hasan’ın artık bir ayısı vardı.
Bu gün babası saf mutluluğu çöpten çıkarıp oğluna vermişti…
Hiç boşuna dilinizdeki tüyü bitirmeyiniz, kalbim çorak bir arsadan ibarettir. Katıdır her şeyden önce, sulak topraklarımı güneş çatlatıp kurutmuştur.
Yalnız bilmenizi isterim ki çakıl taşlarıyla kaplı olan gönlüm şırıl şırıl suların aktığı vahalara özenti duymaz. Kendi kendine yeten kuru otlarım arada ister yumuşak bir dokunuşun hafifliğini.
Yakıcı meltemler estiğinde yalnızlığıma sirayet eden sol cenahım, bilir ki kalabalıkların insan kalbini avutmaya yetmediğini.
İnsan değil mi ki ana kuzusudur, elbet arar ona aynı şefkati sunacak sıcak bir dili, merhametli kolları.
Efendim şımarıklığımı mazur görünüz, toyluğumdan bu yana hasret kaldıklarımdan çekinirim. Ruh ne isterse, neye büyük bir istek duyarsa kavuştuğu anda sıkılır hülyasından.
Dönemler değiştikçe insan nefsi de dallanır budaklanır ve ehli bir el tarafından budanır. Benim cılız dallarım vaktinden önce kesildiğindendir belki de bu küskünlüğüm.
Sözlerimi sakın ha yanlış anlamayınız.
Tabiata, gökteki beyaz bulutlara hiçbir insan evladı arkasını dönemez. Benim kırgınlığım Yaradan’a değildir, çiğ süt emdiğini inkar eden mahlukatadır. Ne olursa olsun her canlı aslına inkara kalkışmamalı, ben buyum derken asıl olan karakterini süse püse boğmamalı.
Aklımda cereyan eden sorunsallarım bu denli aksak ve rutubetliyken, bana aşktan nasıl söz edersiniz efendim?
Dünya da sevilmeye denk, ruha esenlik veren, gözlerde tükenen feri yeniden yakacak bir kalp ehli bulmak mümkün mü?