Bir gün eminim ki anlayacaksın. Kaybettiğim savaşın değerini, uçurumlardan düşen yüreğimin ezilişini. Ah edişim sana değil yanlış anlama sevgilim, ben ne zaman kıydım ki sana. Fakat karanlık gecelerime ortak edemem seni, keza bunu istemiş bile olsan. Çocuksu hallerini, yaramaz gülüşlerini, her zaman temiz ve ferah kokan kokunu nasıl sevdiğimi anlatamam.
Yine de tutamam ellerini, kıyamam sana. Benliğimin altında yatan bataklığa çekemem seni, her ne kadar benimle boğulmaya istekli olsan da. Toy kalbini dolduran ağır hüznüme daha ne kadar katlanacaktın? Ben solan bir yapraktım, küçücük elinde yaşarım sandım. Özrümü kabul et sevgilim, ayaz gecelerime seni de ortak ettim. Üşüyen bedenini, titreyen ellerini ısıtamayacak kadar donmuştum.
Özlerim illa, yine de yokluğunla avunmayı da öğrenirim. Bir gün anlayacaksın, acımı dindiren sevgine olan ihtiyacımı, bu ihtiyaç uğruna seni kullanmaktan nasıl korktuğumu. Sessizliğimde yalan arama sevgilim, kışımı baharından kaçırdığımı düşün. Eksilen, koparılıp atan günlerime el sürme, benimle birlikte kederime mahkum ol istemem.
Tükenmiş ruhum henüz düştüğü yerden kalkacak mecale sahip değil. Güneşle parlayan gençliğin hoyrat ve taze iken uzaklaş benden. Ben ömrünü tamamlamaya yaklaşmış bir ağacım. Dallarım çoktan kırılmış, köklerim sökülüp atılmış. Bağım bahçem tarumar edilmiş sevgilim, verdiğinden fazlasını isteyemem.
Lütfen arkamdan gelme, hayırsızdı aptalın tekiydi de. Ama ne olursun sevgimi hor görüp gücendirme gönlümü. Bıraktıysam seni, sana olan aşkıma kıyamadığımdandır sevgilim…
Üzgünüm ama artık devam edemiyorum. Yarım kalmasın diye, mutlu bir son hayaliyle içimde barındırdığım sevgiden gitme vakti. Kapımın önündeki ayrılık öyle ısrarcı ki, nasıl hissettiğimi nerden bileceksin. Bu noktaya gelmezden önce nasıl kaçtığımı, hangi odalara kapanıp feryatlar kopardığımı nasıl bileceksin.
Yoruldum, yorgunluğum dilde değil anla. Zihnimdeki karıncalanma, yüreğimin mengene içindeki ezilme sesi ve umarsızca devam eden gözyaşları. Hangisi daha çok yordu dersen, ıssız gecelerin ortasında cenin pozisyonunda ağladığım anlarımı sana nasıl anlatayım. Nerden bileceksin bu yarım hikâyenin acısını? Kan revan gölüne dönen kalbimin üstünde çıplak ayaklarınla yürürken, pınarımı kuruttun.
Sol yanımı boş bıraktırdın, ki bir tek sen kadarlık yer vardı. Soğuk ve umarsız bakışlarınla duvar gibi durdun önümde. Ne gücüm yetti sana, nede sesimi duydun!
Çıkmazım oldun, pamuklara sardığım en büyük aldatmacaydın. Boynuma doladığın ipek urgan elindeyken, bırakamam diye avundun. Kim celladına bu şerefi bahşeder bir düşün. İçimizdeki bağ çözülürken, önemsiz gördüğün sevgimi kurup kurup bozdun. Kalbim attığı sürece azmettim seni sevmeye, katilim olursun dedim ama nafile kandırdın aşk diye.
Kim seni ben kadar sevebilirdi, kim ağrıyan yanını baş tacı yapar dermanını saklardı. Bir ben, bir tek ben yara bere içinde gelirdim sana. Ellerim titrerken, ışığına tutulan pervane misali yakardım kanatlarımı.
Yemin ediyorum ki seni bırakacağım. Ciğerim pare pare olsa da, başımı al kanlar bürüse de, yıldızlarım gökten düşse de bırakacağım. Varsın talan olup ziyan olsun yürek, kim bilecek ruhumun çürüdüğünü. Kim duyacak sol yanımın feryadını, kim görecek buza dönen ellerimi.
Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık.
O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.
Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı.
Ben bulutları gösterirken,
‘bulmacanın beş harfli yemek sorusuna’ yanıt aramanla halkalanmış,
‘Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı’
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip,
‘bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ‘
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.
Şimdi anlıyormusun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında….
Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye….
Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.
İnsan bu, kolay hazmedemiyor sevilmediğini. Eskiye dönmek, yine duymak için o iki kelimeyi, hissetmek istiyor aynı heyecanı gözlerinde.
Kabullenişin önünde ki inkar kötücül bir yara gibi.
Söküp atamadıkça yapıştırdığın yara bantlarını bir bir etkisiz hale getiriyor .
İyileşmeden, iyiymiş rolü kesiyorsun.
Bunu nerden bildiğimi uzun uzadıya örneklendirmeyeceğim.
Bir vardı bir yoktu hepsi bu.
Sevdin ama bitti, sevdim ama gitti.
İnkar yeterince olgunlaşıp büyüdüğünde çoktan maziye karıştığımızı, olmasını umut ettiğim hayallerle yaşadığımı idrak ettim öncelikle.
Bu da bir nevi dönüm noktasıydı benim adıma.
Hepimiz düşmüyor muyuz bu tarz yanılgıların aldatıcı güzelliğine .
Hayallerimizde yaşattıklarımızı gerçek hayata empoze etmeye uğraşmıyor muyuz?
Olmadığında ise yerle yeksan, gökle yer arası bir yerde kaybolabiliyoruz.
Geç oldu lakin sonunda uyandım inkarımdan, ve zoraki sevgi bağımdan.
Bağışla; bir müddet oyaladım seni, gitmek için can atarken. Halbuki zihnen çoktan uzaklaşmıştın.
Ve tekrar teşekkürler, harcanan duygulara ortaklık ettiğin için…
Geçsin artık tüm dertlerin. Boğazına dayanan dirsekten kurtuluyorsun, haydi gülümse. Nasıl olsa hasretle beklediğin günün şafağındasın. Sağ yanından vuran gururunu çiğneyemediğin gibi korkak yüreğini tebrik et. Kör olasıca fedakârlığıma daha fazla direnmeyeceğim.
Gece gerdanıma astığım sevgimi avutmaktan yorgun düştüğümden, gözlerime asılan yaşları helal etmem. Münferit aldanışımı, mermi gibi alnıma vurduğuna göre çokta üzülmeyeceksin. Sevinebilirsin.
Bir kadını tamda can evinden vurmayı başarabildin. Yıkılmaz sandığı duvarları yerle yeksan edip, sarsılmaz güvenini havaya uçurdun. Omuzlarına takılan apoleti kim sen kadar hak edebilir? Göğsünü kabarta kabarta gez. Bu şafak vaktinde muzaffer başarını kutla.
İçerler miyim sanıyorsun?
Yüzümdeki hüzün seni yanıltmasın, üzüntüm haysiyetimden gelir. Önünde ağlamayışımın sebebi de budur, yoksa yatağıma aldığın ihanetin başka tecellisi de olurdu. Şükret ki; ne kendimi ne de kadınlık gururumu ayaklar altında ezemeyecek kadar değerliyim.
Fakat sen bir insanın en düşük mertebesinde, yozlaşmış erdemlerinde yalpalaya yalpalaya yürüyeceksin. Bir kadın nasıl sevilir asla bilemeyeceksin!
Aldatılan kadın değildir, erkeğin ruhunu satmasıdır bunu da çok sonra fark edeceksin. İşte ben o vakit üzüleceğim. Bir zamanlar sevdiğim adamın ruhu ortalıkta pespaye şekilde dolaşırken, utancımdan yerin dibine gireceğim.
Bir kadını sevmeyi bilmeden ölme!
Ancak, ihanetin hep karşında dursun. Elinin kiri yıkamayla çıkmasın ki o kadına dokunama. Tek temennim bu, ağır mı senin için? Yoksa bu kadarıyla kahrolmayacak kadar düzleşti mi sırtın, onu da kadere bırakalım. Yaşattığını yaşamadan ehli dünyayı terk edeme….
Sende bileceksin, cehenneme gidecek olan beni. Köşe başlarını tuttuğum caddelerin tozunu, taze ekmeklerin mahalle aralarını saran kokularını takip ettiğimi.
Ümidim tükenmez, mutlaka yakalayacaksın beni.
Oturduğun sıranın arkasında, çay içtiğin sahilin karşısında, yedi tepeli İstanbul’un ağlamaklı kız kulesinde.
Sormayacaksın, kimim, neciyim diye.
Tuhaf bir aşinalığın ötesine geçmeyecek, zoraki tanışıklığımız.
Mesela, asla çözemeyeceksin gözlerimin rengini. En başta mavi diyeceksin, sonra karar değiştirip yeşilin üstünde duracaksın.
Kestaneye kaçan kehribar rengi gözlerim de gücenecek sana ister istemez. Bir kerecik alıcı bir bakış, içten bir gülümsemeyle süzsen yüzümü, aralardın gizemli sırlarımın perdesini.
En basitinden adım Gonca desem, inanacaksın. Uzaktan gelen bir tanıdığın diyeceğim, kafanı sallayıp geçeceksin. Uzaktan uzağa besleyip büyüttüğüm, kucağımda ninniler söyleyerek avuttuğum aşkı.
Bakışlarımda yakalayıp, ellerinden tutmayacaksın.
Yedi yılın her gününü, karşına çıkabilmek ‘Buradayım, bir baksana bana’ demek için saydığımı da anlamayacaksın.
Bir adım gerinde yürüyeceğim yine.
Ola ki takılıp düştüğünde, yerden kaldıran ilk ben olayım.
Boyum geçmezken bir elliyi, aşkına düşüp pervane olduğumu. Kazara seslenirsin diye sanarak, adımı sildiğimi, kirpiklerimin ucunda sallanıp durduğunu.
Güzelim, diyerek kandıramam kendimi. Belki de beğeneceğin son kişiyimdir, farkımda olmamanın nedenidir dış görünüşüm. Canımın içi, çok mu önemli yüz güzelliği?
Burnum eğridir biraz, bacaklarımsa çarpıktır hafiften, ama bir görsen içimi. Envaiçeşit yeşiller, salkım saçacak üzümler, bağlar bahçeler.
Yeterli cesareti toplar çıkarsam karşına bir gün, aklını kaçırmış meczup gözüyle görme. Naçizane garipliklerim bir tarafa, aslında özümde iyidir yüreğim.
Tığ teber gönlümden başka malı mülkü olmayan,
Karşılıksız bir aşkın peşinde, koştukça dizleri kanayan garibin tekiyim…
Bir Eylül gecesi çıkageldi. Beraberinde taşıdığı yağmur düştü üstüme usulcacık. Yorgunluktan öte bitkin, yılgındı hayattan.
Cesur biriydi, korkusuz ve gözü pek. Yanında olmak bile başlı başına huzur kaynağıydı.
Mahrem gözlerden ırak, yüreğimin elverdiğince ona yöneliyordum. Önceki aşklardan yaralıydım, bitap düşen benliğimi ilk o gördü.
O adam, beraberinde yalnızlığı da getirdi.
Derde deva, ruha ilaç gibiydi sözleri. Kelimelerinde bulabilirdim, çocukluğumda kaybettiğimi sandığım cesareti.
Koca bir çınardı sanki, geniş dalları arasında saklanmak, güvenli gölgesinde uzanıp şarkılar söylemek gelirdi içimden.
O adam, ne demişti?
‘Seni seviyorum Sonbaharım’
Evet, aylardan Eylül, mevsim Sonbahardı.
Henüz ikimizde uyanıktık, bedenlerimiz ise sıcacık. Bulut kadar hafif, kumsal kadar yakıcıydı. Sabahın olmasını, odaya dalan güneş huzmelerini görmezden gelmiştik. Tutkumuzla ısınan yatak sonumuz olabilirdi, gocunmazdık.
Yeter ki sussaydı vicdanımız, bir fazla sarılabilseydik birbirimize.
Dudaklarımız ayrılmadan nefes alabilirdik, aramazdık yazın sıcağını, kışın soğuğunu. İçimizde yananlar ocaklar kâfiydi ayaza.
O adam,
Çok uzak iklimlerden gelmişti bana. Yaralarınız kalbinin arkasında, yabancı gözlerden uzak yerde saklardı. Miladı dolmuş hüzünlerin yasını tuttuğunu bilirdim, fakat soramazdım.
Korkardım, ağlamasından. Ondan düşecek tek bir damla yaş, bilirdim ki benim yüreğime taş olurdu.
Saklayamazdım.
Bende kalamayacağını hissediyordum, bile bile ladesti benimkisi. Yine de vazgeçemezdim bende uyandırdığın duygulardan, iliklerime kadar yaşadığımı hissettirmiştin bana.
Seninle paylaştığımız anlardan en kıymetlisi, beni dansa kaldırdığın o andı.
Kolların ilk defa dolanıyordu bedenime, sıcaklığına ilk elden şahit oluyordum. Kokun içime çekebileceğim mesafede, başım boynunla omuzun arasındaki, o nadide yerde gizleniyordu.
Konuşmadık, ta ki nefesin saçlarımın tepesinde kalp gibi atmaya başlayana, dudakların boynuma değinceye dek.
‘Üşüyor musun?” diye sordun.
Kollarının arasında, kara kışa tutulmuş gibi titrerken.
Asla üşümezdim, yanımda sen oldukça. Nitekim yalan söylemeyi seçtim.
‘Evet, lütfen beni ısıt’ dedim zayıf sesimle, iyice sana sokulurken.
Oysa beni ayrılığa hazırlamak için çok uğraşmıştın, üzgünüm seni yine yanılttım. Hazır değildim, sensizlikte çekilmez biri çıkıyordu karşıma. Bir insan nasıl tahammül edemez yaratılışına, nasıl inkâra girişir hamurunu bile bile!
O adam,
Bir avucunda karı eritip, güneşi gümüş bir kadehe koyarak sundu önüme.
Kötü günlerin arasına gizlenmiş, yıkıldığım anda beni ayağa kaldıracak dirayetim gibiydi. Bana bir baktı mı, tepeden tırnağa, gözleriyle kutsanır, nefesiyle yıkanır, kokusuyla avunurdum.
Dizleri arasında oturduğumda gözlerimi kapatır, onunla bir geleceğin hayaline dalmaktan zevk duyardım. İki oda bir salondan oluşan evimiz, duvarlar arasında onu özlemeyeceğim kadar küçük ve şirin olmalıydı. Nereye dönersem döneyim onu görebilmeli, nelerle uğraştığını âşık gözlerimle takip etmeliydim.
Çocuklar. Evet, çocuklarımız olmalıydı.
Babalarından almalıydılar tüm huylarını, aynı adamı binlerce farklı duyguyla sevmeliydim çocuklarımızda. Şömine karşısında uzanmak gibi lüks istekler olmaksızın, ince belli iki çay bardağına sarılmalıydı parmaklarımız, bir metrekarelik yatağımızda koyun koyuna yatmalıydık.
Birden bire ayrılık rüzgârı esmemeliydi üstümüzde.
O adam,
Kalacağına teminat vermeden sevmişti beni.
Yalan dolan, saçma sapan dedikoduları öne sürmeden, elinden ve yüreğinden geldiğince hoşgörüyle severdi. Onu tanımadan önce tahmin bile edemezdim, birini böylesine tutkuyla, canım yanarak, ölüm korkusuna kapılmadan sevebileceğimi.
Pişmanlığım yok.
Fani ömrümde tadabileceğim tüm güzelliklere onun sayesinde şahit oldum.
‘Yapabilirsen yüzümü unut ama birlikte geçirdiğimiz şu vakitleri unutma. Sana emanet edeceğim, arkamda bırakacağım tek şey o güzel anılar olacak. Sımsıkı sarılmanı istiyorum onlara,
dayanamadığını düşündüğünde, özlemim dert olursa yüreğine, mutluluğumuzu hatırla. Bir şey daha var unutmaman gereken; yıldızlar ne zaman gökyüzündeki yerini alsa bil ki seni düşlüyor olacağım.’
O adam,
Benim en sancılı günlerimin ilacı,
Aralıksız kâbuslarımın uyanışları,
Engebelerle dolu yollarımın düzlüğü,
Kalbimin yaratılış nedeni,
O adam,
Geleceğimin efendisi.
Biliyorum, gittiği zorlu görevlerden bana koşarak geri dönecek.