Gözlerinin feri sönmüş bir kadına rastladınız mı hiç?
Saçları omuz hizasında kesilmiş, parmak uçları titrek mütevazı bir kadın. Yaşlı gözlerinde telaşını yitirmiş, kırgın, tuza basılmış ruhunu saklayan bir kadın.
Mazisine küssün, yediği darbeleri hüzünlü bakışlarında ele veren kadın; dikenli tellere asmıştır gözyaşlarını. Kolları kıymıklarla, ayaklarının altı kanlı çiziklerle doludur.
Tökezleyerek yürür çoğu zaman, ha düştü ha düşecek hayallerini geçmiş güzel günlerin kalabalıklaştırdığı çantasında tutuyordur.
Dudağındaki aşınmış kırmızı ruju, sevdiklerine tükettiği güvenin arta kalan yıpranmış tablosudur.
Parfüm niyetine sürdüğü yasemin esansı, kaybettiği annesinden kalan son hatırasıdır. O sebeptendir ki bağrına yakın, tenine nüfuz eden acı ve kederleri koltuğunun altına istifler.
Tekinsiz sokak aralarına girmekten çekinmez, saflığının bekâretini bir hain uğruna çoktan hibe etmiştir çünkü. Mahcup yüreği, kimsenin kolay kolay algılayamayacağı ölçüde dargındır hayata ve kendini insan vasfına layık gören canavarlara.
İlkbahara söz verip yeşereceğine olan inancını kaybeden kadını, düşmekten olduğu intihar uçurumundan kurtaracak tek şey, ömrü bir güne bedel kelebektir.
O kelebek ki; o güzelim kanatlarını açtığı her seferinde, içi kuru otlarla dolu kadını daldığı gaflet uykundan arındırır.
Kelebek uçtuğu sürece, yaşama dair tüm umutları tazelenip bahara selam durur…
Ben, senin sandığın kadar masum ve idealist değilim aşka karşı.
Görüşlerim, hayat tarzım seni aldatmasın. Sığ kişiliğimde inceliklerle örülü pembe bulutlara yer yok, düşünüyorum da hiçbir zaman aşka yakışacak biri olmadım.
Kendinden önce başka birini sahiplenmek, iyiliği ve rahatı için sahip olduklarından feragat etmek kimyama uygun değil.
Benim nasırlaşmış sol cenahımda, son sürat aradığın tutkulu alevleri bulamayabilirsin.
Standart aşk oyunları istenildiği etkiyi bırakmıyor, savurganlığı baş tacı etmiş bünyemde.
Dört duvar arasına sığdırılmış kandırmacalar, kitapların öngördüğü gibi mutluluklarla ve doğru yönlendirme sevgi kurallarıyla örtüşmüyor.
Beni sevmekten, zihninde dahi olsa beni istediğin kalıba yerleştirmekten vazgeç küçüğüm.
En büyük hatadır, birini olmadığı biri gibi kabullenip, üstüne tam oturmayan kıyafetleri giydirmek, istek ve görüşlerine saygı göstermeden değiştirmeye kalkışmak.
Sokak köşelerindeki çöpü eşeleyen kedileri bile, bilmedikleri bir ev ortamına sokarsan huzursuzlaşıp vahşileşir. Beni de onlar gibi düşün, aşırı tevazu ve göstermelik aşk serenatlarına tahammülüm yok.
Rakıyı balığa tercih edenlerdenim ben.
Keyfe keder gülüşleri niteliksiz kahkahalara buyur eden, zamanı kum saati gibi görüp ömrü boşa harcamayanlardanım. Gün batımını severim mesela, rüzgârın serin esintisini alnımda duymaya aşığım.
Beni sevme küçüğüm; ben en çok kendini sevenlerdenim…
Perdelerini aç, kalbimden kalbine kanat çırpmaya hazırlanan serçeyi al içeriye. Hayat kadere bağlı bir gemidir, denizin üstünde yol aldıkça ne zaman alabora olacağını bilemezsin.
Ama yağmur öylemi?
Bir anda gürüldeyen göğün sancısıyla, parlak ışığıyla ortaya çıkan şimşeğin izniyle doğar dünyaya. Yarıkları doldurup oluklardan taşarken, dünyanın kirine kafa tutar.
Diyor ki; ben daha temizim senden, istediğin kadar kirlen ya da kirlet ben daima temizlerim.
Öyle mi ya hayat; insanların çekinmeden kirlettikleri ruhuna, kan bulanmış parmak aralarına girer mi Yaz yağmuru.
Sen söyle can’ım tıynetsiz, hatta ve hatta haysiyetsiz aldanmalardan biri de bu değil mi? Bir avuç topraktan, bir dolu yağmurundan medet umulacak düşüklüğü göstermek.
Sustum, daha anlatmam bunları.
Yağar geçerim pencerenden yine eskisi gibi. Kısacık bir an hissedersin yüzünü yalayan yağmurun esintisini…
Sende bileceksin, cehenneme gidecek olan beni. Köşe başlarını tuttuğum caddelerin tozunu, taze ekmeklerin mahalle aralarını saran kokularını takip ettiğimi.
Ümidim tükenmez, mutlaka yakalayacaksın beni.
Oturduğun sıranın arkasında, çay içtiğin sahilin karşısında, yedi tepeli İstanbul’un ağlamaklı kız kulesinde.
Sormayacaksın, kimim, neciyim diye.
Tuhaf bir aşinalığın ötesine geçmeyecek, zoraki tanışıklığımız.
Mesela, asla çözemeyeceksin gözlerimin rengini. En başta mavi diyeceksin, sonra karar değiştirip yeşilin üstünde duracaksın.
Kestaneye kaçan kehribar rengi gözlerim de gücenecek sana ister istemez. Bir kerecik alıcı bir bakış, içten bir gülümsemeyle süzsen yüzümü, aralardın gizemli sırlarımın perdesini.
En basitinden adım Gonca desem, inanacaksın. Uzaktan gelen bir tanıdığın diyeceğim, kafanı sallayıp geçeceksin. Uzaktan uzağa besleyip büyüttüğüm, kucağımda ninniler söyleyerek avuttuğum aşkı.
Bakışlarımda yakalayıp, ellerinden tutmayacaksın.
Yedi yılın her gününü, karşına çıkabilmek ‘Buradayım, bir baksana bana’ demek için saydığımı da anlamayacaksın.
Bir adım gerinde yürüyeceğim yine.
Ola ki takılıp düştüğünde, yerden kaldıran ilk ben olayım.
Boyum geçmezken bir elliyi, aşkına düşüp pervane olduğumu. Kazara seslenirsin diye sanarak, adımı sildiğimi, kirpiklerimin ucunda sallanıp durduğunu.
Güzelim, diyerek kandıramam kendimi. Belki de beğeneceğin son kişiyimdir, farkımda olmamanın nedenidir dış görünüşüm. Canımın içi, çok mu önemli yüz güzelliği?
Burnum eğridir biraz, bacaklarımsa çarpıktır hafiften, ama bir görsen içimi. Envaiçeşit yeşiller, salkım saçacak üzümler, bağlar bahçeler.
Yeterli cesareti toplar çıkarsam karşına bir gün, aklını kaçırmış meczup gözüyle görme. Naçizane garipliklerim bir tarafa, aslında özümde iyidir yüreğim.
Tığ teber gönlümden başka malı mülkü olmayan,
Karşılıksız bir aşkın peşinde, koştukça dizleri kanayan garibin tekiyim…
Bir Eylül gecesi çıkageldi. Beraberinde taşıdığı yağmur düştü üstüme usulcacık. Yorgunluktan öte bitkin, yılgındı hayattan.
Cesur biriydi, korkusuz ve gözü pek. Yanında olmak bile başlı başına huzur kaynağıydı.
Mahrem gözlerden ırak, yüreğimin elverdiğince ona yöneliyordum. Önceki aşklardan yaralıydım, bitap düşen benliğimi ilk o gördü.
O adam, beraberinde yalnızlığı da getirdi.
Derde deva, ruha ilaç gibiydi sözleri. Kelimelerinde bulabilirdim, çocukluğumda kaybettiğimi sandığım cesareti.
Koca bir çınardı sanki, geniş dalları arasında saklanmak, güvenli gölgesinde uzanıp şarkılar söylemek gelirdi içimden.
O adam, ne demişti?
‘Seni seviyorum Sonbaharım’
Evet, aylardan Eylül, mevsim Sonbahardı.
Henüz ikimizde uyanıktık, bedenlerimiz ise sıcacık. Bulut kadar hafif, kumsal kadar yakıcıydı. Sabahın olmasını, odaya dalan güneş huzmelerini görmezden gelmiştik. Tutkumuzla ısınan yatak sonumuz olabilirdi, gocunmazdık.
Yeter ki sussaydı vicdanımız, bir fazla sarılabilseydik birbirimize.
Dudaklarımız ayrılmadan nefes alabilirdik, aramazdık yazın sıcağını, kışın soğuğunu. İçimizde yananlar ocaklar kâfiydi ayaza.
O adam,
Çok uzak iklimlerden gelmişti bana. Yaralarınız kalbinin arkasında, yabancı gözlerden uzak yerde saklardı. Miladı dolmuş hüzünlerin yasını tuttuğunu bilirdim, fakat soramazdım.
Korkardım, ağlamasından. Ondan düşecek tek bir damla yaş, bilirdim ki benim yüreğime taş olurdu.
Saklayamazdım.
Bende kalamayacağını hissediyordum, bile bile ladesti benimkisi. Yine de vazgeçemezdim bende uyandırdığın duygulardan, iliklerime kadar yaşadığımı hissettirmiştin bana.
Seninle paylaştığımız anlardan en kıymetlisi, beni dansa kaldırdığın o andı.
Kolların ilk defa dolanıyordu bedenime, sıcaklığına ilk elden şahit oluyordum. Kokun içime çekebileceğim mesafede, başım boynunla omuzun arasındaki, o nadide yerde gizleniyordu.
Konuşmadık, ta ki nefesin saçlarımın tepesinde kalp gibi atmaya başlayana, dudakların boynuma değinceye dek.
‘Üşüyor musun?” diye sordun.
Kollarının arasında, kara kışa tutulmuş gibi titrerken.
Asla üşümezdim, yanımda sen oldukça. Nitekim yalan söylemeyi seçtim.
‘Evet, lütfen beni ısıt’ dedim zayıf sesimle, iyice sana sokulurken.
Oysa beni ayrılığa hazırlamak için çok uğraşmıştın, üzgünüm seni yine yanılttım. Hazır değildim, sensizlikte çekilmez biri çıkıyordu karşıma. Bir insan nasıl tahammül edemez yaratılışına, nasıl inkâra girişir hamurunu bile bile!
O adam,
Bir avucunda karı eritip, güneşi gümüş bir kadehe koyarak sundu önüme.
Kötü günlerin arasına gizlenmiş, yıkıldığım anda beni ayağa kaldıracak dirayetim gibiydi. Bana bir baktı mı, tepeden tırnağa, gözleriyle kutsanır, nefesiyle yıkanır, kokusuyla avunurdum.
Dizleri arasında oturduğumda gözlerimi kapatır, onunla bir geleceğin hayaline dalmaktan zevk duyardım. İki oda bir salondan oluşan evimiz, duvarlar arasında onu özlemeyeceğim kadar küçük ve şirin olmalıydı. Nereye dönersem döneyim onu görebilmeli, nelerle uğraştığını âşık gözlerimle takip etmeliydim.
Çocuklar. Evet, çocuklarımız olmalıydı.
Babalarından almalıydılar tüm huylarını, aynı adamı binlerce farklı duyguyla sevmeliydim çocuklarımızda. Şömine karşısında uzanmak gibi lüks istekler olmaksızın, ince belli iki çay bardağına sarılmalıydı parmaklarımız, bir metrekarelik yatağımızda koyun koyuna yatmalıydık.
Birden bire ayrılık rüzgârı esmemeliydi üstümüzde.
O adam,
Kalacağına teminat vermeden sevmişti beni.
Yalan dolan, saçma sapan dedikoduları öne sürmeden, elinden ve yüreğinden geldiğince hoşgörüyle severdi. Onu tanımadan önce tahmin bile edemezdim, birini böylesine tutkuyla, canım yanarak, ölüm korkusuna kapılmadan sevebileceğimi.
Pişmanlığım yok.
Fani ömrümde tadabileceğim tüm güzelliklere onun sayesinde şahit oldum.
‘Yapabilirsen yüzümü unut ama birlikte geçirdiğimiz şu vakitleri unutma. Sana emanet edeceğim, arkamda bırakacağım tek şey o güzel anılar olacak. Sımsıkı sarılmanı istiyorum onlara,
dayanamadığını düşündüğünde, özlemim dert olursa yüreğine, mutluluğumuzu hatırla. Bir şey daha var unutmaman gereken; yıldızlar ne zaman gökyüzündeki yerini alsa bil ki seni düşlüyor olacağım.’
O adam,
Benim en sancılı günlerimin ilacı,
Aralıksız kâbuslarımın uyanışları,
Engebelerle dolu yollarımın düzlüğü,
Kalbimin yaratılış nedeni,
O adam,
Geleceğimin efendisi.
Biliyorum, gittiği zorlu görevlerden bana koşarak geri dönecek.
Suçlayıcı sözlerinize, diken misali batan sanık gözlerinize kanmayacağım. Bir kez bile olsa bahsini açtığınız insan olmayacağıma ant içiyorum.
Kendi kanatlarımı yoğuracak uçamaz dediğiniz yüksekliklerden kanyonları ardımda bırakacağım. Tökezledikçe kalkacağım, azmimin bir sınırı ve külfeti yok.
Yalnızlıkla terbiye edileceğimi söyleseniz de gerici düşüncelerinize prim vermeyeceğim. Tanıdığım kadarıyla kalbim yalnızlıkla yıpranmaz. Beni ve yüreğimi eksi çul çaputlar gibi kirletip atamazsınız.
Varlığımla ancak Yaradan’a sığır, değişmeyen ilkelerimi terennüm ederek kaçarım zihninizden. Başına buyruk muyum?
Umarım öyleyimdir, hep kendi kelleme güvendim. Hırs uğruna yakıp kül etmedim, başıma açılan her işi her derdi alnımın akıyla alt ettim.
Düşünmekten korkmadım, sorgulamadan asla kabullenmedim.