Kategori arşivi: Edebiyat

Deli Gömleğinde Bir Gece… 1

Deli Gömleğinde Bir Gece…

 

Üzerime atılmış ağın içinde debeleniyorum.  İlkbaharları arkamda bırakışım, hüznü yanıma katık edişimin üzerinden ne kadar geçti? İçimdeki ölgün rüzgarların fısıltısı, kafayı sıyırdığımı sezinliyorum. Bu farkındalık içimdeki henüz rengini ve nesnelliğini yitirmemiş doğrularıma takılıyor.  İçgüdüsel olarak cismen yaşamadığım kanaatine varıyorum.  Ağzımdan ne bir of, ne de ah çıkıyor!

Bir şekilde yalıtılmış benliğimle baş başa kaldıkça insanların yaşantısında yontu olarak kaldığımı deneyimliyorum.  Ne bir eksik ne bir fazla, eşgüdümlü kara deliğim boyutlar arası birçok erdemi içine çekiyor.  Yaşamak diye adlandırdıkları sürgünde, diğerlerinin gösteri başarı gösterememe ezinciyle, gönül borçlarımı çoğaltıyorum.

Bir adım kadar yakınım gerçeğe, bir adım uzağım kendime.  Aydınlık gölgemi deler geçerken, dilimdeki yavan tadın sorumlusu sigara içmem değildi. Kelimelerin, söylenmemiş cümlelerin ağır özü dilimin altında birikince ortaya yutulmaz bir tat çıkışındandı belki de.

Karamsar kişiliğimle örtüşmeyen bedenim, kendime verdiğim zararın belirtisi olarak hatırlatıcı bir saat gibi tekliyor.  Bir son arıyorum, içsel kavramların ötesinde ruhumu satacağım bir hesaplaşma.  Karşılıklı çatışmayla ateş kes yapılsa dahi teslim olurken ölmek, ölürken savaşmak zorundayım.

Savaş ve barış, iç içe geçtiğinde bilincimin gerilerinde kollarıma deli gömleği giydirilerek yere uzatılıyorum.  Danışanım yok, duvarların görünmez deliklerinden kandamlaları ayaklarımın altında. Sonsuz bekleyişimde içten içe çürümekte bir çınar ağacı gibi nereye devrileceğimi kestiremiyorum.

Islak, soğuğun işitilmez donukluğu ve yakıcı sıcağın ışıkları içimdeki benin ortasından geçiyor. Bir adım ötemde evlat ediniyorum çocukluğumu, bir adım gerimde ciğerlerini söküyorum geleceğin…

 

-Semra Şenol

 

 

Sosyal Medya Cellatları 2

Sosyal Medya Cellatları

Sosyal Medya Cellatları

Sosyal Medya Cellatları 3

Farklı düşüncelerin insanlarıyız, bu hem kabulümüzde hem de zihnimizde ilerleyen bir dürtü halinde.  Hasım ve hısımlarımızla insanoğlu arasındaki yerimizi aldık, saflarımızı sıkı tutuyoruz.  İdeolojilerimizi önemserken, kültürel farklarımızı birbirimizin gözüne sokmadan yaşayıp gidiyoruz.

En azından bir kısmımız bu şekilde yaşamayı sürdürebiliyor, ancak aramızdaki bu yazısız anlaşmayı görmezden gelerek saldıranlar da var.  Bu saldırganlar sözlerini bıçak niyetine kullanarak omurgamıza vurmaya çalışıyor.  Can havliyle omzumuzdan geriye baktığımızda bu kişiyi ömrümüzde ilk defa görerek büyük bir şaşkınlık yaşıyoruz.  Belki de aynı şehirde, aynı iklime bile doğmuş değiliz, ayaklarımız aynı sokakları hiç arşınlamamış.

Gözleri yabancıl, sözleri yabancı bu kişiler hiç durmaksızın hayatta tutturduğumuz zemini sallayıp çekiştiriyor.  Katlandığımız zorlukları eleştiriyor, kabullenerek iyileştirmeye çalıştığımız yaşamı ve sıkıntıları başımıza kakıyor.  Yanlışın içinde olduğumuzu yinelerken, kötücül ve meşum oklarıyla bizi tam da on ikiden vurmaya çalışıyor.

Sosyal medya denen illette tanımadığımız, duygularını az çok kavrayamadığımız insanlara ve içinde bulundukları eylemleri protesto edebileceğimizi zannediyoruz.  Ne hastalık, ne ölüm, ne de akıtılan terler umurlarında.  Giyim kuşamlarını, saçlarına taktıkları bandanayı, boyunlarına geçirdikleri kolyeleri, okudukları kitapları yargısız infazla giyotine götürüyorlar.

Sanırsınız yasal mevzuatların kâşifi ve uygulayıcısı olan bu kişiler, içlerinde barındırdıkları salt ve yalın menfi fikirlerle ipinizi çekiyor.  Toplum hiyerarşisi karşısında cellat rolünü oynayan şahsiyetler, sosyal medyada atlarını istedikleri gibi koşturarak sadece bir andan ibaret olmayan denenmiş ve tecrübe edilmiş bütün yıllara sahip insanları vicdan mahkemelerine çıkarmadan, sallandırıyor.

Acılarda birleşmiyor, gönüldaş olmayı yürekten isteyerek dokunamıyorlar insan yüreğine.  Katı olmaları öğretilmiş, daima eleştirel yaklaşıp direkt hükme gitmeleri dikte edilmişçesine. Kısaca toparlamak gerekirse; tahammülsüzlük ve hoşnutsuzluk karıştıkça harca kültürel ve ideoloji farklılıklarıyla bir türlü homojen bir karışımı oluşturamıyor.  İnsanın yaradılış amacı olan sevme ve sevilme meziyeti unutuluyor, kanıksanmamış bir öğretiden ibaret kalıveriyor…

 

-Semra Şenol

 

Türk Edebiyatının İlk Psikolojik Romanı; Eylül - Mehmet Rauf 4

Türk Edebiyatının İlk Psikolojik Romanı; Eylül – Mehmet Rauf

Türk edebiyatımızın önemli isimlerinden biri olan Mehmet Rauf’un, ilk psikolojik roman olma onurunu taşıyan eseri Eylül 1900-1901 yılları arasında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilmiştir.  İlk defa kitap haliyle 1901 yılında basılan Eylül, ruhsal çözümlemeleri ve insanların psikolojik durumlarını irdelemesiyle oldukça başarılı bir eserdir.

Samimi ve sıcak duygulara yer veren yazar eserinde, İstanbul’un o dönemde nasıl göründüğünü, aile yaşantısının derinliklerini ve ruhsal durumlarını okuyucuya açık bir dille aktarmayı başarabilmiştir.

Türk Edebiyatının İlk Psikolojik Romanı; Eylül - Mehmet Rauf 5

Suat ve Necip’in arasında geçen yasaklı aşkı tüm girdi ve çıktılarıyla inceleyen kitapta, bir kadın ve erkek arasında geçen dram anlatılmaktadır.  Süreyya beyle evli olan Suat, eşinin akrabası olan Necip’e aşık olmuştur.  Necip ve Suat arasında konuşulmayan, kelimelere dökülmeyen bir sevda filizlenirken ancak piyona çalarak birbirlerine yakın olabilmektedir.

Kitabın sonu hazin bir şekilde bittiğinde her iki aşık içinde bir gelecek kalmamıştır.

Eylül! Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekliydi. Eylül esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp esef eder ve özlem çeker.
(…) Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum.

Bu büsbütün başka bir aşk… Onu, ele geçiremeyeceği, sahiplenemeyeceği için seviyordu, bakışı için, gülümseyişi için…

Ölümden başka hiçbir şey gerçek,
Hiçbir şey sonsuz değildi.

Bir gün kendisinin de ölme ihtimalini…Dünyada üç saniyelik bir misafir olduğunu, bu misfirliğin böyle dertli ve acı şeylerle berbat edilmesinin ne kadar yazık ve zahmete değmez sıkıntıları bulunduğunu düşündü…

Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum

 

Sevmek, Ne Uzun Kelime! -Cemal Süreya 6

Sevmek, Ne Uzun Kelime! -Cemal Süreya

Dokunulmasa da,

Görülmese de;

Kalpte yer verilir bazısına…

Nedensiz!

Sen…

Aklım ve kalbim arasında kalan,

En güzel çaresizliğimsin!

Gerçi…

Aklıma bile gelmiyorsun artık,

O kadar kalbimdesin ki!

Gözlerinin…

Gözlerinin kahvesinden koy ömrüme…

Kırk yılın hatırına,

Sen kalayım…

Sevmek…

Ne uzun kelime!

Şimdi açsan pencereyi de beklesen,

Sen gelsen.

Olmaz ya hani geliversen.

Hiç bir şey sormasam,

Hiç bir şey söylemesen.

Sussam

Sussan

Sussak

– Cemal Süreya

 

Pembe Etekli Prensesi Öldürdüm! 7

Pembe Etekli Prensesi Öldürdüm!

Gözümü bir açtım ki üstüm başım pembenin her çeşit tonuna bulanmış halde.  Hangi rengi sevdiğim sorulmamış, varlığından habersizim gök mavisinin, toprak kahvesinin, portakal turuncusunun renginden.  Tiril tiril, uçuş uçuş eteklere bezenerek fanusun içindeki balerine benzemişim.

Ağzımı açtığımda sesimin ayarını yapmam, mahalle arkadaşlarımın kullandığı jargonda konuşmamam tembihlendi.  İyi hoş, bir şekilde usturuplu oturma kalkma eğitimini aldığımda, beni uzak diyarlara götürecek olan beyaz atlı prensimi beklemem gerektiğini öğrendim.

Bu atlı prens öyle muazzam bir şeydi ki hayatımı ona göre şekillendirecek, gık dese hemen yutkunacaktım. Dünyaya geliş amacım beyaz atlı prensin yemeğini pişirip taşıran, bebeğini doğran, evini temizleyen yan karakter olmaktı.  Bu öğretiler doğrultusunda büyütüldüm.

Doğrusuna bakarsanız kitaplardan hoşlanıyordum ben, aklımı ve beynimi doyuran sayfalarda daha bir özgürdüm.  Beni şartlamıyor, yönlendirmeye ve denetlemeye çalışmıyorlardı. Daraltılan ufkumu bu sayede genişlettiler.  Yaratılış amacımın beyaz atlı prense hizmet olmadığını, ancak ve ancak sevdiğim kişiye yoldaşlık etmek olduğu kanaatine varmamı sağladılar.

Fikirler değiştiğinde, mantık evresine vardığımda yakışıksız dilimle bütün gözleri diken gibi üstüme çektim.  Entel dantel konuşmalarım öyle çok yadırgandı ki, dış kapının mandalı gibi ortada kalıverdim.  Beni atının terkisine atacak prensi çoktan ret etmiş, prenses eteğimi başımın üstünden çıkarıp atmıştım.

Ağzıma geleni söylemiyordum tabi ki, ancak düşüncelerimi kendime saklamıyor yanlışı görüyorsam susmuyordum.  Beni ikincil konuma getiren koca bulma kaygısını, ata sporlarımızdan olan trip furyasını takip etmiyordum. Özgürlüğün ilk evvela akılda başladığını fark ettim.  Çayımı kendi irademle şekersiz içip, hoşuma giden dövmeyi tamda istediğim yere yaptırdım.

Beyaz atlı prensin bulmayı beklediği pembe etekli prensesi öldürmüş, helvasını dahi kavurmadan defnetmiştim. Kurallarımı koyarak, sınırlarımı bilerek, çapımın neye yettiği bilinciyle post-modern kadına evrildim. Mantığımın yanaşmadığına yanaşmadan, eğilir gibi yapmadan yüzümü güneşe döndüm.

En sonunda bulut beyazını sevdiğimi fark ettim, beyaz atlar bana göre değildi!…

-Semra Şenol

 

'Ruhi Mücerret'den Alıntılar 8

‘Ruhi Mücerret’den Alıntılar

Kurtuluş savaşının son gazisi Ruhi Mücerret’in içine düştüğü intikam ateşini anlatan roman, Murat Menteş’in 2013 yılında yazdığı romandır.  4 bölümden oluşan kitapta her bölüm farklı bir hikayeye pencere açarken, 100 yaşındaki kahramanın ağzından anlatılmaktadır.

Yayınlandığı tarihten itibaren yoğun bir ilgi gören roman günümüzde hala sevilerek okunmaktadır.  April yayıncılıktan çıkan enfes kitaptan harikulade alıntıları sizler için derledik.  Okumayanların bile hoşuna gidecek bu alıntılardan sonra, kitabı alıp bir çırpıda okumak isteyeceksiniz.

“Senden bekleneni, sana emredileni ya da
seni kurtaracak olan değil; kalbinin
derinliklerinde tasdikleneni yap. İyiliği
içselleştir.”

Yanlış çağda yaşamanın stresi içerisindeyim .

 

-Hayat nasıl gidiyor?
-Yaşayan birine sor.

 

“Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, delirdiğini görürler.”

 

İlk aşk unutulmazmış. Peki ya son aşk? Ölürken ruhunuzun bedeninizden sökülen o son parçası? Camilerde omuz omuza duran kambur ihtiyarların kalbi büsbütün boş mu sanıyorsunuz? Peh.

Delirsen bile gerçeklerden kaçamıyorsun. Mahvolmakla, sorumluluklardan kurtulamıyorsun. Suç işleyerek yasaları değiştiremiyorsun.

 

Aşk gençlerin oynadığı fakat ihtiyarların bildiği bir oyundur.

 

“Mezar taşlarındaki ölüm tarihleri, ölülerin bizi kaç yıldır beklediğini gösterir.”

 

Felek, tesadüflerle sağ gösterir ve gerçeklerle sol vurur. Mutluluk, bu ikisi arasında geçen sürede yaşanır.

Asla yapmam” dediğimde, tam da öyle davranmama varan bir geri sayım başlıyor.

Cemal Süreya'dan Eşi Zuhal'e Yazdığı '13 Günün Mektupları'ndan Alıntılar 9

Cemal Süreya’dan Eşi Zuhal’e Yazdığı ’13 Günün Mektupları’ndan Alıntılar

Şiirlerin duayeni Cemal Süreya’nın en sevdiği, oğlu Memo’dan önce tuttuğu biricik sevgilisi ve eşi Zuhal hanıma yazdığı mektuplardan sizler için altınlar paylaşacağız.

Cemal Süreya karısını özel bir aşkla sevmiş olmasına rağmen çapkınlığıyla da ün salmıştı.  ‘İpekböceği sesli sevgilim’ dediği eşi Zuhal hastalanıp hastanede yattığında, ayrı geçirdikleri her gün için birer mektup kaleme aldı.  Bu mektuplar aşkının, sevginin, özlemin, sadakatinin bir göstergesiydi ona göre, mektupların içine şiirlerini de sığdırmıştı Süreya!

Cemal Süreya'dan Eşi Zuhal'e Yazdığı '13 Günün Mektupları'ndan Alıntılar 10

Bakın Cemal Süreya, eşine 13 gün boyunca neler yazmış, neler söylemek istemişte satırlara kazımış…

12 Temmuz 1972

Zuhal’im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hala başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanı başımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. “Üçüz, gözüz biz”. Sen de öyle düşünmüyor musun? 

13 Temmuz 1972

Anlamalısın beni, birtakım büyük şeylerin peşindeyim. Bazı iddialarım var, onları gerçekleştirmek istiyorum. Bunun dışında çok şeye niyetim de, vaktim de olmuyor. Bu konuda işte, asıl bu konuda anlamalısın beni. Hiçbir yönden kuşkulanmamalısın benden. Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım, nasıl kuşkulanırsın benden? Destekle beni (zaten hep desteklemişsindir) bak neler yapıyoruz. Nerelerden ne sular akıtıyoruz.

14 Temmuz 1972

Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senlen ben aramızdaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum, ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun, ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta bundan daha büyük ne olabilir ki. Acaba Mecnun Leyla’yı elde edip onunla evlenseydi, Ferhat Şirin’e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi? Yangın olabilir miydi? Sen ne dersin buna? 

15 Temmuz 1972

Beni nasıl savunursun sonra. Birisi bana çok şişmanladığımı söylemişti de, hemen saldırıya geçmiş, şişman olmadığımı ileri sürmüştün. Oysa pekala fazla okkalanmıştım o günler. Sen busun işte. Sevdiğini her durumda savunursun, onun kusurlarını görmezsin. Ne sevgilisin sen.
* Ama Aragon’un şu dizesi de bir gerçek: “Göğsüne bastırırken kırar sevdiği şeyi”
* O da var. Kişi kimi zaman çok sevmenin getirdiği yanlışlıklara da düşüyor. Sevdiği şeyi göğsüne fazlaca bastırırken örseliyor onu. Hoyratlaşıyor bir yerde aşk. Acaba bu gerçekten aşkın kaçınılmaz bir gereği mi? Kimi zaman öyle belki. Ama, ben, öyle olmamalı diyorum. İnsani çizgiden sapmamalı. Aşkı insani çizgide bütünlemeli. Mutluluk da, sanırsam, o zaman bütünleniyor. Güven, mutluluğun temelidir. Güven aşkın ve her türlü aşkın, yani cesaretin, yani kavganın temelidir.

Cemal Süreya'dan Eşi Zuhal'e Yazdığı '13 Günün Mektupları'ndan Alıntılar 11

“Sen birinci hamura basılmış dokuz punto karaktersin. Alın yazımsın, daha doğrusu alın yazımın en okunaklı yerisin.”

 

“Hayat uzun değil sevgilim. Güzel geçirmeliyiz hayatımızı. Sen yanımda ol, gam kasavet çeker gider. Türkülenirim. Mutluluk gelir ılım ılım. Sevda sözlerinin bini bir para.
“Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız
Seni seviyorum.”

“Sana rastlamak mutluluktu; sana sahip olmak başka bir şey, başka bir ad bulmak gerek; İçine taşınması gibi bir şey insanın..”

-CEMAL SÜREYA 

Kadının Düşmanı Çoktur! 12

Kadının Düşmanı Çoktur!

Gördüğüm kadarıyla bu dünya ehlinde bir kadına düşman olan çok şey var.  Esen rüzgar, bir parça kumaş, kırmızı renk ve mevsimler.

Evet yanlış okumadığınız mevsimler bile bir kadının düşmanı.  Gün erkenden karanlığa dönüştüğünde sokak aralarında büyüyen gölgeler peyda oluyor.   Bu karanlık gölgelerin aklı yok, zikri başka yerlerde ama elinde güç denene bir syilahı var.  Kadının üstüne çullandığında nefes aldırmıyor, bıçağını şah damarına bastırıp soluğunu kesiyor.

Sadece de buda değil, bir çok renk içinde kırmızı bile düşmandır kadına.  Dudağına sürdüğü kırmızı ruj çevresindeki erkeklerin onu farklı şekilde etiketlemesine neden olur. Beyaz gelinliğini beline bağlanan kırmızı kuşaktır namusu, alnında leke olmadığını gösterir cümle millete.

Kumaş mevzusu daha çok bilinir memlekette, bu kumaş yeri gelir uzun etek olur yeri gelir kısa bir şort olur.  Neden mi şort olur, kadında kadının düşmanı olur çünkü.  Biri çıkar der ki burası plaj değil, biri çıkarda der ki o kadar kısa giyersen tecavüze çanak tutarsın.

Dayanışma yoktur bu kadınlarda, hemcinsine olan sevgiyi geçtim kendisine olan sevgisi de şaibelidir.  Neden mi şaibeli, yine örnek vereceğim müsaadenizle.  Kadın ve erkek ilişkilerini, toplumdaki cinsiyet kuramlarını yanlış yorumlayan bir kadınımız çıkar ortaya. Ve derki, erkeklerin nefsini doyurmak için çok eşliliğin gelmesi gerekmektedir, bir erkek en fazla 4 eş sahibi olsun der.

Bunu diyen hemcinsin matematik kurallarından haberi yoktur, çarpma bölmeyi geçtim toplama işlemini bile beceremez ama çok güzel fetva verir.

Bu sebepten derim, dünyada kadının düşmanı çoktur.

 

-SEMRA ŞENOL

Yedi Meşaleciler Kimdir? 13

Yedi Meşaleciler Kimdir?

Fecr-i Âti edebi topluluğunun hemen ardından 1928 yılında ortaya çıkan bu topluluk yedi kişiden oluşmaktadır. Biri hikayeci diğerleri şair olan bu topluluk şiir ve hikayelerini ‘Yedi Meşale’ adlı kitapta toparlayarak Türk edebiyatımıza farklı bir yoldan katılmışlardır.

Yedi Meşaleciler hareketini başlatan yedi genç; Yaşar Nabi Nayır, Muhammer Lütfi Bahşi, Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Cevdet Kudret Solok, Kenan Hulusi Koray ve Vasfi Mahir Kocatürk’tür.  Hepsi de oldukça genç olan şair ve yazarlar lise yada üniversite öğrencisidir.

Cumhuriyet döneminde edebiyatta başlayan ‘Sanat sanat içindir’ diyerek öz şiir anlayışını ilk kez benimseyen Yedi Meşaleciler Servet-i Fünun dergisinin 22 Mart 1928 tarihli sayısında yeni bir kitap çıkaracaklarını ilan ettiler.  Yedi kişinin şiirlerinin ve hikayelerinin bulunduğu kitabın ‘Yedi Meşale’ isminde olacağını belirtmişlerdi.

Yedi Meşaleciler Kimdir? 14

Önsözünde edebi alanla neler yapacaklarını anlatan Yedi Meşaleciler, kitabı Nisan ayında çıkartarak okurun önüne sunarlar.  Büyük bir ilgiyle karşılanan kitap için Yedi Meşaleciler arzularını şu sözle dile getirmişlerdir.

“Memleketimizde son edebî cereyanları gösterecek toplu bir eser vücuda getirmek”

Yedi Meşalecilere göre Türk edebiyatı önceleri Doğu edebiyatına iştirak ederken, Tanzimat döneminden sonrasında Batı edebiyatını taklit ederek özünü kaybetmiştir.  Türk edebiyatının artık kendi benliğine sönmesini gerektiğini savununa grup ‘Meşale’ adında yayınladıkları dergiyle Türk edebiyatının eksikliğini çektiği canlılığı, yeniliği ve samimiyeti kazandırmak istemişlerdir.

Milli edebiyat şairlerine ve Beş Hececilere tepki olarak ortaya çıkan Yedi Meşaleciler, şiirin hiç bir fikir ve ideoloji için kullanılamayacağını öne sürmüşlerdir.  Çıkardıkları Meşale dergisini destekleyen Ahmet Haşim, yazılarını da göndererek arka çıktığını gösteriyordu.

Yedi Meşaleciler Kimdir? 15

Yedi Meşalecilerin Özellikleri;

  • Eski terennümler terk edilerek soluk hislerden uzaklaşılacaktır.
  • Şiirdeki konu ve tema sıkıntısı genişletilerek giderilecektir.
  • Yıllardır tekrar edilen fikir ve konular terk edilecektir.
  • Şiirin özellikleri canlılık, samimiyet, yenilikçi gibi ögeler içerecektir.
  • Sanat eseri oluşturmak için incelik ve sanat şiire eklenecektir.
  • Yedi Meşaleciler üslup konusunda Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti şairlerinin etkisinde kaldıklarını açık etmişlerdir.

Yedi Meşalecilerin Edebiyat Anlayışı;

  • Sanat sanat içindir.
  • Türk edebiyatı Doğu ve Batı edebiyatlarını taklit etmeyi bırakmalıdır. Bunun yerine yenilikçi, kendine has samimi bir öze dönüş gerçekleştirmelidir.
  •  Fransız sembolistlerin etkisinde kalmışlardır.
  • Hece ölçüsünü kullanmaya devam etmişlerdir.
  • Şiirde zenginlik sağlamak için hayal gücünü kullanmışlardır.
  • İmge ve benzetmelerle renklendirdikleri şiirler sanatsal tablo değerine ulaşmıştır.
  • Türk edebiyatında kısa süreli bir akım yaratmışlardır.

 

Kız çocuğu, Sevgili, Ana ve Namus Timsali 16

Kız çocuğu, Sevgili, Ana ve Namus Timsali

Kız çocuğu, Sevgili, Ana ve Namus Timsali 17

Bu yazıyı şu an dile getirmek gerçekten şahsım adına zor.  Kelimeleri bir araya getirip uzun cümleler kurmak sanıldığı kadar zor değil, ancak bir kadının katledilğini anlatamam sizlere. Fakat sizlere kadının toplumdaki yeri ve toplumumuzun kadına yüklediği sorumluluklardan bahsedebilirim.

Ataerkil sonrasında ise kocaerkil diye adlandırılan görülmeyen ama bilinen dayatmalarla, geçmişteki yanlışlarla büyütülüyoruz öncelikle.  Bir kadın olarak büyüdüğümüz, yetişkin olduğumuz çevre psikolojisini biraz anlamanızı diliyorum sadece.  Aile toplumumuzun en küçük yapı taşı, yalnız bu yapının idaresinin erkekte olması gerektiğini empoze ederek bizlere ve atalarımıza dikte edildi.  Aile üyelerinin en güçlüsü ve eve para getireni olan erkek baş tacımızdı elbette.  Kız çocuğu da evin idarecisi tarafından, ‘kız kısmı öyle oturmaz, yan gelip yatmaz, aklı kısa eteği uzun olmalı’ diye diye büyütüldü.

Sakız çiğnemenin bile bizi hafif ve yollu göstereceğini söylemişlerdi bizlere.  Ağzımızı kapadık, sakız çiğnemedik ve bu sefer sevgili olduk.  Etek boyumuz ailemiz de dahil olmak üzere çevremizdeki erkeklerin tek derdiydi.  Kumaş parçasına verilen itibarı bir türlü göremedik, işte buna yanıyorum!  Geç saatlerde evden dışarı çıkmanın bizi ‘müsait’ konuma getiriyordu.

Müsait konusu da az canımı sıkmadı hani, bilmeyenleriniz için kelimenin TDK’ da ki anlamını açıklayayım.

 Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)

Türkiye de kullanılan dilimizle bize hasır altından dalga geçilip, küçümsenirken  sesimizi çıkardıysak da işitilmedik.  Konuşan bir kadını duymamayı çok iyi bilirler, eşleri oluruz yatağına gireriz, çocuğunu doğururuz ama dinlenmeyiz.  Onlara göre lafımızda sözümüzde boştur, lüzumsuzdur ve kafa ütülemekten öteye gidemez.

Ah bir de ar ve namus meselesi var.  Dört mevsimiyle, doğasının güzelliğiyle gölümü çalan ülkemde namus denildiğinde akla bir ben gelirim. Yan bakışım, gülüşüm, kıyafetim namus sayılır.  Tenim üzerinden beni yaftalar sınırlandırırlar ve rızam olsun olmasın tecavüze her zaman açığımdır.

Bu hakkı kendilerinde gördükleri gibi adalet karşısında benim boynum büküktür. Teşhirci olduğumu ve kuyruk salladığımı bile söylerler.  Ana da olsam, kız çocuğu da olsam her şekilde benim hayatım adına yargısız infazda bulunurlar.

Ölürüm, öldürülürüm yinede suçlu ben olurum.

Çünkü kadınım!

 

-Semra Şenol